PENÇE-İ ALİ ABA
Bu kavaramin bir kac manasi olmakala birlikte,biz Alevilerin anladigi ve bildigi kavaram söyledir.aba/hirka altinda korunan/korumaya alinmis,benimsenmis,veya yüceltilmis kisiler anlamindadir.konumuz dahilinde,bizim anlayisimiza göre,Peygamberimiz H.Z.Muhammed Mustafa(s.a.v)nin hirkasini acip icine damadi H.Z.Ali,kizi Fatima,ve torunlari,Hasan,ve Hüseyini icine alarak, iste benim Ali Abam,yani sevilmesi,sayilmasi,inanilmasi,saygi duyulmasi gereken aile fertlerim anlaminda ki söylemidir.diger anlamlarina girmeye gerek görmüyorum,ve asagida bir yorum(alinti)sunuyorum.okumaniz dilegiyle.
İslam’ın doğuş yıllarında “Ehlibeyt”, “ev halkı” anlamına gelir.[1] Dolayısıyla bu terimin İslam terminolojisinde özel bir yeri olur. Terimi sahiplenen Şii ve Alevi çevreler, özel bir anlamla donatır ve yaşatılmasını sağlarlar.
“Ehlibeyt” veya “Ehl-i Aba”, “Al-i Aba”, “Pençe-i Ali Aba”nın tanımı ve kapsamı Şii ve Sünni yorumculara göre değişir. Tarih boyu hep bu yorum çatışması görülmüştür. Şii, Alevi ve Bektaşi yorum Ehlibeyt’in Peygamber’in soyunun sürdüğü Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin’den oluştuğu doğrultusundadır. Sünni yorumsa ev halkı olarak görülen bu kesimi Peygamber’in eşleri, diğer çocuklarıyla birlikte Ebubekir, Ömer ve Osman gibi yakın ilişkide olduğu kimseleri de katarlar. İslam dünyasının öteden beri her biri bu alanda birer otorite kabul edilen ünlü Kuran yorumcularından ve hadis bilginlerinden İmam Fahrettin Razi, Zemahşeri, İbni Hacer, Kurtubi, Muhammed bin Ali Şevkani, Suyuti, Hakim, Zehebi, İmam Ahmet Hambel ve Taberi Ahzâb 33. ile Ali İmrân 61. ayetlerinin yorumunda kimi farklılıklarla birleşerek “Ehlibeyt’ten amacın Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin” olduğunu belirtirler.
Ahzâb 33. ayeti Ümmi Seleme’nin evinde inmiştir. Peygamber ayet indiği zaman; Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin’i hırkasının altına alarak “işte benim Ehlibeyt’im bunlardır” demiştir.[2] Ehlibeyt’in tanımı ve kapsamı bu davranışlarla belirlenmiştir.
Hz. Ali üzerine aleyhte kitap yazan yazar Faik Bulut “Ehlibeyt”i Şiilerin “daraltarak”, Alevilerinse “siyaset gereği kendilerine mal ederek” kullandıklarına değinerek Ehlibeyt’in Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin’le “sınırlı” tutulamayacağını belirtir.[3]
Günümüzün ünlü ilahiyatçılarından Y. N. Öztürk; Kuran’ın Hud 73, Kasas 12, Ahzâb 33. ayetlerinde “Ehlibeyt”in “Peygamber Muhammed’in ev halkı” anlamında kulanıldığını ve “ev halkı” demek olduğunu belirtir. Ona göre, ev halkı demek olan “Ehlibeyt”in biri geniş diğeri de dar olarak iki anlamı vardır. Geniş anlamıyla “Ehlibeyt” “Peygamber’in bütün ev halkını”, dahası Selman-ı Farisi gibi ev halkına yakın kişileri de kapsar. Eşleri ve diğer çocukları da bu anlamın içindedir. İslam geleneğinin bu anlamı benimsediklerini belirtir. Doğallıkla bu Sünni çevrelerin benimsediği tanımdır. Dar anlamda ise; Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin’den oluşur. Bu tanımı, bilindiği gibi Şii ve Aleviler benimserler. Ümmü Seleme ve Üsame b. Zeyd’e dayandırılan hadislere göre Peygamber bu dört kişiyi giysisiyle sararak; “Benim Ehlibeyt’im bunlardır” demiştir. Bu dört kişiye giysi altına alınan yakınlar anlamında “Al-i Aba” ve “Ehlü’l-Kisâ” da denir.[4]
Hz. Ali ve onun aile başkanı olduğu “Ehlibeyt kadrosu”, Ali ile birlikte Fatıma, Hasan ve Hüseyin’den oluşur. Peygamber Muhammed’in kurduğu İslam dini içerisinde bütün zorluklara ve olumsuzluklara karşın “örnek kabul dedilen bir yaşam” sürdürmüşler ve İslam toplumlarına model olmaya çalışmışlardır.[5]
Ali’nin Peygamber’in “çok sevdiği” kızıyla evlenmesi ve ondan erkek çocuklar doğurması, Ali’yi Peygamber’in mirasçısı ve izleyicisi olarak görenler açısından en önemli ve güçlü kanıtlardan biridir. Ehlibeyt sözcüğünün Aleviler, Şiiler, İsmaililer / Batıniler ve Bektaşiler yanında özel bir değeri vardır. Ehlibeyt, Alevi-Şii inancının temel taşıdır. İnanç, düşünce, töre ve edebiyat bunun üzerine kurulmuştur. Kuran ayetlerinde ve hadislerde “Ehlibeyt” sözü sık sık geçer. Bunun dışında Alevi ve Şii toplumu birçok ayet ve hadisin Ehlibeyt’i amaçladığı doğrultusunda anlam da çıkarırlar. Böylece, Ali ve çocukları öne çıkar. Bu doğrultuda birçok ayetin yanısıra önemsenecek ve ciddi kabul edilecek hadisler de vardır. Özellikle Peygamber’in sözü olan Ali’ye ilişkin;
“Benden sonra fitne olacaktır. Bu oldu mu, Ebu Talib’in oğlu Ali’nin yanını tutun. Çünkü, O bana ilk inanandır. Kıyamette de benimle ilk musafa edecek odur. O, Sıddık-ı Ekber’dir. O, bu ümmetin Faruk’udur. O, müminlerin ulusudur, başıdır”
hadisi, Ehlibeyt’in ve Hz. Ali’nin İslam içindeki konumunu belirlememiz açısından önemlidir. Bu durum, kimi Sünni yorumların kuşkuluymuş gibi göstermesine karşın, Alevi- Şii anlayışı haklı gösterir.[6]
Al-i İmrân 61’de Tanrı buyruğuyla Hasan’la Hüseyin’in Peygamber Muhammed’in “çocukları / oğulları olduğu” sayılır. Doğallıkla; Sünni yorum bu durumu da görmezlikten gelerek, olayı başka mecralara çeker ve farklı anlamlar kazandırır. Al-i İmrân suresinin bu ayeti, “Mübâhele” ayeti olarak bilinir. Bu sözcük, “dua etmek”, “Tanrı’nın lanetini yalancılar izerine çekmek için duada bulunmak” demektir. Bu durum, bir olaydan kaynaklanmıştır. Peygamber, Hicretin 10. yılında Yarımada ve çevresindeki gayrimüslim topluluklara bir mektup göndererek İslam’a çağırır. Bu nedenle Necran Hıristiyanlarını da çağırmıştır. Necranlıların Medine’ye gelişleriyle “mübâhele olayı” gerçekleşmiştir. 14’ü din adamı olan 60 kişilik Necranlı kurul Medine’ye geldiklerinde kendi dinlerine göre tapınırlar ve ipekli giysiler giyerek Peygamber’le görüşmek isterler. Bu nedenle huzura kabul edilmezler. Ancak, yün giysiler giyindikten sonra huzura kabul edilerek görüşmeler başlar. Konuşmalarında dürüst olmazlar. Bu görüşmeler sırasında Al-i İmrân suresinin ilk 80. ayeti iner. 61. ayet de bunlar içerisindedir. Ayette;
“Sana iyice bildirdikten sonra da yine bu konuda seninle tartışan olursa de ki: Gelin oğullarımızı ve oğullarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı çağıralım. Biz, bizzat gelelim. Siz de gelin. Ondan sonra da dua edelim ve Tanrı’nın lanetini yalancılara havale edelim.”
denilmektedir. Bu ayette geçen “ibtihal” (yalancıya lanet dilemek) teriminden alınan “mübâhele” deyimi sonraları bu olayın adı olarak kullanılır. Ünlü doğubilimci Massignon’a göre; “mübâhele”, yani yalancıya lanet okuma uygulaması belli bir usül çerçevesinde sonraki yıllarda sürdürülür. Bu olay sırasında Peygamber’in “mübâhele önerisi” Necranlıları tedirgin eder. Kararlarını bildirmek için zaman isterler. İkinci günkü görüşmeye; Peygamber Muhammed ailesiyle, yani Ehlibeyt’iyle gelir. Kucağında küçük torunu Hüseyin, elinde büyük torunu Hasan, arkasında kızı Fatıma ile damadı ve yeğeni Ali ile birlikte buluşma yerine gelirler. Peygamber böylece Al-i İmrân’ın 61. ayetinden geçen “çocuklarımızı” karşılamak için torunlarını, “kadınlarımızı” karşılamak üzere kızı Fatima’yı, “kendilerimizi” karşılamak üzere de kendisi ve Ali’yi getirmiştir. Peygamber, Ehlibeyt’iyle yere çökerek kurulu bekler. Necranlı kurulun başı Ebu Harise bu durumdan ve tutumdan etkilenir. “Mübâhele”den vazgeçerek cizye vermeyi kabul eder. Aradaki sorunu çözmek için hakem ister. Peygamber de bu istek üzerine onlara Ebu Ubeyde b. el-Cerrah’ı hakem olarak görevlendirir. Peygamber, Necranlıların bu olayda düştükleri durumdan sıkılır. Sünni oterite ve yorumcular bu “mübâhele olayı”nı kendi açılarından değerlendirirler. Zemahşeri bu olay ve ilgili ayeti Al-i Aba’nın üstünlük ve seçkinliğini gösteren “en güçlü delil”, Beyzavi ise bu olayı Peygamber’in nübüvvetine ve O’nun Ehlibeyt’inin üstünlüğüne “kanıt” olduğunu belirtirler. Şii, Alevi ve İsmaili / Batıni çevrelerse bu olaya daha geniş bir perspektiften bakarak anlam çıkarırlar. Massignon’un belirttiği gibi, Şiilik Ehlibeyt’in halifelik alanındaki hakkını savunmada; “sosyo-hukuki dayanağı” Gadiri Hum olayı, “metafizik dayanağı” ise bu mübâhele olayıdır. İlahiyatçı Y. N. Öztürk’e göre mübâhelenin yapıldığı 21 Zilhicce Şii çevrelerce bayram olarak kutlanmıştır. Mübâhele olayı Hz. Ali’nin ashabının “üstün olduğu”na, dahası kimilerince eski peygamberlerden “daha üstün olduğuna kanıt” sayılmaktadır.[7]
Bu alanda Şii ve Alevilerin yorumu doğallıkla farkılıdır. Son dönemlerinde Şiilik’te karar kılan İslam ilahiyatı otoritelerinden Gölpınarlı “Bihar’ül- Envar”a, Şirazi’nin “Şebhâ’yı Pişâver”ine ve Ahmet Sâbiri-i Hemdâni’nin verilerine ve çalışmalarına dayanarak değerlendirme yapar ve kimi belirlemelerden bulunur. Bu değerlendirmelere göre; “Mübâhele ayeti” diye anılan 61. ayetteki “ebnâenâ”den amaç Hasan’la Hüseyin’dir. İkisi de Peygamber’in “oğulları” sayılır. “Nisâenâ”dan amaç Hz. Fatima’dır. Peygamber, kızının kendisinden bir parça olduğunu, onun kesinlikle “incitilmemesi”ni, onun “kadınların seyyidesi / efendisi” olduğunu belirtir. “Enfusenâ”dan amaç da Emirülmümin Ali’dir. Ali, ayette Hz. Muhammed’le birlikte anılmış, “nefs-i nefis-i Muhammed”den sayılmıştır.[8]
Bu olay nasıl yorumlanırsa yorumlansın; Ali ve çocuklarının İslam toplumundaki önemini, yüceliğini, değerini gösterir. Bu değer bizzat Peygamber’ce biçilmiştir. Onlar ailenin biricik üyeleri olarak görülmüştür. Ehlibeyt’in bizzat bu kişilerden oluştuğu bu tutumla yoruma yol açmayacak ölçüde açıktır. Hele hele Peygamber’in torunlarını “oğulları edinmesi”nin Tanrı buyruğu, yani Allah’ın emri ve vahiy ürünü olan Kuran ayeti olması kenara atılacak bir durum değildir. Herşey ortadadır.
“Ehlibeyt” kavramı ne tür anlamlara çekilirse çekilsin, kapsamı ne ölçüde daraltılıp yahut genişletilirse genişletilsin, Şii, Alevi ve Bektaşi toplumunun bu kavramdan anladığı Peygamber’in “ev halkı”nın tümü değildir. Diğer eş ve çocuklarını kapsamaz. Hele aileye yakınlığıyla bilinen kimseler çok değerli de olsalar bu kavram içerisinde yer almazlar. Şii, Alevi ve Bektaşiler bu kavramı sahiplenirken Peygamber Muhammed’in olaya yaklaşımından hareketle, bu kavramı anlamlandırıp biçimlendirmişlerdir. Peygamber’de; Kuran ve hadislere bakılması durumunda Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin’i oldukça önemsediği, öne çıkardığı, yücelttiği, soyunun ve inanç felsefesinin bunlarla yürüyüp süreceğini belirtmiştir. O nedenle, “Ehlibeyt”in kapsamını Şii ve Alevi dünyası sadece bu dört ada indirgemekle sorunun özüne uygun olarak davranmıştır. Hz. Muhammed’in yeğlediği anlamı, Alevi ve Şii çevreler de yeğlemişleridir. Doğallıkla bunun, bu kapsamın dışında kalan aileden kimselerin değersizliği ve önemsizliğiyle bir ilgisi yoktur.
Yalnız Şii-Alevi tarihinde ve inanç geleneğinin bir türevinde / varyantında / versiyonunda aynı ailenin bir devamı olan Oniki İmamlarla Peygamber’e ve Ali’ye özel bağlılığı ve desteğiyle bilinen Selman-ı Farisi de aileden sayılmış, gelenek yer yer bu kimseleri Ehlibeyt’ten görmüştür. İbni Abbas’tan aktarılan bir hadise göre Peygamber;
“Yüce Tanrı halkı birçok ağaçtan yarattı, beni ve Ali’yi ise tek bir ağaçtan… Öyle bir ağaç ki, gövdesi benim. Ali ile Fatıma ise onun tohumu, Hasan’la Hüseyin’se onun meyveleri… Bize bağlı olan halkımız ise, onun yaprakları… Bu ağaca sarılanların sonu cennettir. Uzaklaşanların gideceği yerse cehennemdir”[9].
Burada Peygamber ailesine, yani Ehlibeyt’ine ve onun yürütücüleri / sürdürücüleri olan Hüseyin soyundan gelen Oniki İmamlara özel bir önem atfeder. Ailesini, yakınlarını, soyunu ve yolunun sürdürücüleri olan Oniki İmamları “halkın en hayırlısı” olarak niteler.
Aynı inanç çizgisi Selman-ı Farisi’yi de Ehlibeyt’ten sayar. Peygamber, Ehlibeyt’ten olan Ali ve çocuklarının yanına İslam’a başından beri önemsenecek yararlılıkları olan ve aileye oldukça bağlı olan Selman-ı Farisi’yi de katmıştır. Bu inanca Ahzâb 33’ün yorumuyla ulaşılır. Ehlibeyt ve Selman-ı Faris gibi seçkin ve üstün kimseler her yönüyle arınık ve temiz kılınırlar. Ehlibeyt ne ölçüde temiz ve arınık ise, Selman da o ölçüde arınıktır. Bunların makamları kutupların doruğudur. Selman, bilim ve irfanını Ehlibeyt’ten almıştır. Peygamber’e göre; “İman göklerde bile olsa Selman-ı Faris için oraya ulaşmak kolay olacaktır” Peygamber, Selman’a özel bir değer ve önem vermiştir.[10] |